Psikoterapi odasının kapısı kapandığında, sadece danışanla terapist baş başa kalmaz. Geçmişler, beklentiler, yargılar, savunmalar, umutlar ve korkular da o odaya sığar. Bu kalabalık bazen öylesine yoğunlaşır ki, içlerinden bazıları için dirençli ya da zor danışan deriz. Mevcut zorluğu fark ederiz ve çoğunlukla ifade edemeyiz danışana. Ama durup düşündüğümüzde şu soruyu sormalı terapist kendisine: “Zor olan gerçekten danışan mı, yoksa onun taşıdığı yük mü?”
Her sıkışıp kalmış olan ruhu duygusal olarak anlamamız ve o ruhun yaşadığı benzer deneyimleri yaşamış olmamız kesinlikle mümkün değildir. Ancak bu durum o danışanın psikolojik iyi oluşuna katkı sağlayamayacağımız anlamına gelmez. Nasıl ki bir hastalığı tedavi eden doktorun kendisinin aynı hastalık sürecinden geçmiş olması tedavi için elzem değilse ruh sağlığı uzmanlarının da danışanlarıyla aynı süreçlerden geçmiş olması elzem değildir.
Danışan bize geç gelerek, kimi zaman hiç gelmeyerek, susarak, her şeyi anlatıp hiçbir şey anlatmayarak ya da agresifleşerek bir mesaj verir. Oysa biz ruh sağlığı uzmanları, danışanın psikolojik iyi oluşuna katkı sağlamak isteriz ve bu istek aynı zamanda en temel görevlerimizden de birsidir. Danışanı anlamayı, ona iyi gelmeyi, onunla ilerlemeyi, onun için çözüm üretmeyi istememek elbette mümkün değildir. Ne yazık ki zaman zaman işler tıkanır ve içimizden danışanın zor olduğuna ve direnç gösterdiğine dair cümleler duyarız.
Kimi danışanlar için süreç zor ilerleyebilir. Ama aynı zamanda bu kişiler, iyileşmenin eşiğindeki insanlardır. Onlar belki de hayal kırıklığına uğramış, umutsuzlukla savaşmış, terk edilmiş ya da sürekli kontrol edilmek zorunda kalmış insanlardır. Sessizlikleri bir isyandır, öfkeleri bir savunma. Ve en çok onlar ihtiyaç duyar görülmeye, duyulmaya, anlaşılmaya… Karşısındaki kişi terapist de olsa yeniden başlamak, inanmak ve dahi güvenmek hiç de kolay değildir. Yeniden inanmanın, güvenmenin ve başlamanın zorluğunu Türk Edebiyatı’nın kıymetli şair ve yazarı Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna eserinde şöyle işlemiştir: “Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı… Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı…”
Direnç gösteren danışanlarla çalışmak, aynaya bakmak gibidir. Terapistin kendi sabrını, sınırlarını, beklentilerini, hatta narsistik kırılganlıklarını görmesini sağlar. Danışan sessiz kaldığında, biz ne kadar sessiz kalabiliriz? Danışan öfke kustuğunda, biz onu hâlâ tutabilir miyiz? Danışan bizi reddettiğinde, kendimizi bir terapist olarak yetersiz mi hissederiz?
Zorlandığımız, umutsuzluğa kapıldığımız yerde devam edebilirsek gelişme başlar. Bu sancılı süreci gün doğumuna benzetebiliriz. Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden önceki andır. Yaşanılan acılı süreç doğum sancısıdır. Bu süreci atlatabilirsek gün doğar, hayat doğar, umut doğar. Belki de bu yüzden “zor danışanlar” aslında en çok öğretendir. Sınırlarımızı, önyargılarımızı, gerçek kabulümüzü test ederler. Normlarımızı sorgulatırlar. Her terapist, mesleki yaşamının bir noktasında bu sınavla karşılaşır. Ve belki de iyi bir terapist ile harika bir terapist arasındaki fark, o zor anlarda gösterilen sabırda ve inançta gizlidir.
Bir danışanı zor yapan onun eylemleri değil, eylediklerinin ardındaki görünmeyen hikâyelerdir. Bize düşen, o hikâyeye kulak verecek kadar sessizleşmek, empati kuracak kadar alçakgönüllü olmak ve sınır koyacak kadar net durabilmektir. Çünkü bazı danışanlar bizden sadece “terapi” değil, insan kalabilmeyi öğrenmek isterler. Zaten yeterince yargılandığımız, eleştirildiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Bırakalım da en azından terapide amasız, fakatsız ve hayat gailesinden uzak nefes aldığı bir alan sunalım danışanlarımıza.
Zor olan danışan değildir belki de insan kalabilme çabasının çığlığıdır. Kim bilir biz terapistlerin, terapistliği de bu çığlığa ne kadar kulak verebildiğimizdir.
Mustafa Özdemir