Ekolojinin kökeni oikos (ev) ve logos(bilim) kelimelerine dayanmaktadır. Ev dediğimiz kavram yaşanılan yer, çocukluktan yetişkinliğe ve hatta yaşamımızın sonuna kadar vaktimizin çoğunun geçtiği mekanlardır. Ev alacağız en iyisi olsun, oldu mu dubleks olsun bahçesi, havuzu, konumu her şeyi yerli yerinde olsun isteriz. İçini ekonomik koşullarımıza göre en lüks eşyalarla doldurunca güvenlik önlemi de aldık mı tamam deriz. Maddi boyutunu artık iyice büyüttük. Biraz da manevi boyutunu konuşalım.
Kişiden kişiye değişmek suretiyle buradaki anlamı daha büyüktür. Sonuçta ev dediğin bir çatı dört duvarsa ona anlam katan içinde yaşadıklarımızdır. Sevdiklerimizden kalan her anı o ruhsuz duvarlara renk katar. Kimi zaman mavidir bu renk kimi zaman beyaz ya da sarı kimi zamansa siyahtır. Babadan kalmaysa o ev, annemiz baktıysa yıllarca gözü gibi biz de sahip çıkarız eskiyip gitmesin içindekiler diye. “Peki çoğumuzun yaşamında anlamlı ve önemli bir yere sahipken bu mekanlar evrensel evimize neden aynı hassasiyetle yaklaşmıyoruz?”
Bunun sebeplerini çoğaltılabilmekle beraber dünya olarak duyarsızlaşmamıza ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesine bağlıyorum. Deprem olmuş başka şehirde banane, savaş çıkmış bana dokunan bir şey yok elden de bir şey gelmez yine banane, yangınlar artmış cennet gibi ülkenin dört bir yanından günlük yangın haberleri” Amaaan alt üstü ağaç yanan cana bir şey olmamış ya yine banane” der insan ölen yüzlerce hayvanın can taşıdığını unutarak! Sen oturduğun yerden izlerken her şey kolay geliyor ya bunların hepsi de bahane. İnsan olmayı unuttuk, duygularımızı, merhametimizi yitirdik günden güne. Depremde yitip giden canlar da bizden, savaşta suçsuz yere öldürülen kadınından çocuğuna, yaşlısından gencine insanlar da bizden. Hepimiz dünya üzerinde yaşayan varlıklarsak din, dil, ırk ayrımını böylesi durumlarda gözetmek doğru olmaz. Ekolojik bir felakette biz vardır ben değil. Çünkü bir çok doğa felaketini de yine “biz” yaptık. Yarınımızı düşünmeden tükettik doğal kaynakları, gelecek nesiller için endişe duymadık suyu boş yere kullanırken, israf ettik sonsuzmuş gibi doğal olanı. Ve sonunda belki de doğanın dengesini dönülmez şekilde bozduk.
Biraz da kaygı üzerine konuşalım ve ekolojik kaygıyı tartışalım. Kaygı; beden ve zihnin gerçek ya da henüz gerçekleşmemiş tehdit unsurlarına karşı duyduğu endişe, korku durumudur. Ekolojik kaygı ise Amerikan Psikoloji Derneği tarafından “sürekli devam eden bir çevresel kıyamet korkusu” olarak tanımlanmıştır. Bu anlamda eko-kaygı için bireyin içinde bulunduğu çevre ve yaşanan ekolojik felaketlerle bağlantılı olarak dünyanın gidişatı ile ilgili sürekli bir endişe halinde olmasıdır demek çok da yanlış olmaz.
Peki ekolojik kaygı neleri kapsar; gelecek kaygısı, doğaya karşı suçluluk duygusu , bireysel olarak yetersizlik hissi, toplumun yaşananlara karşı duyarsızlaşmasını sorgulama gibi maddeleri kapsar. Kaygıyı sürdüren en büyük etkenlerden biri güven kaybıdır. Ülkenin gündemini değiştirecek boyuttaki büyük felaketlerde insanlar bir yerden sonra yöneticileri sorgulamaya başlar. Yangınlar neden durdurulamıyor, deprem için yeterince önlem alınmadığından mı can kaybı fazla gibi sorular insanlarda panik ve endişeyi arttırır. Yitip giden canlar arttıkça ya da sosyal medya gibi mecralarda görülen “Sizin gördüğünüzden çok büyük kayıplar yaşanıyor. Bizi ölüme terk ettiler.” gibi söylemleri bizzat ekolojik felaketi yaşayan insanlardan duyunca sorgulama boyutu da artıyor ve güven kaybının beraberinde eko-kaygı da artıyor. Rakamlar eko-kaygının hiç hafife alınmaması gerektiğini gösteriyor. Eylül 2021’de yayınlanan, 10 ülkeden 1000 gencin katıldığı bir araştırmaya göre bu konu özellikle gençleri etkilemekte. Gençlerin %60’ı iklim kriziyle ilgili ciddi kaygı duyuyor, %45’den fazlası günlük hayatlarının iklim krizinden etkilendiğini söylüyor, %75’i gelecek için endişeli ve yarısından fazlası insanlığın sonunun yaklaştığını düşünüyor.
İklim krizinin etkilerinin giderek daha net görüldüğü günümüzde endişe duymak, bu konuda gerekli aksiyonların alınmaması karşısında çaresiz hissetmek son derece doğal. Bu sebepten uzmanlar iklim değişikliğinden kaynaklı bu stresin klinik bir durum olmadığını söylüyorlar. Aksine, doğaya sahip çıkmak ve gereken adımları atmak için işe yarayabiliyor. Kaygıyı ortadan kaldırmak yerine onu anlamanın, çaresizliğe sebep olmasına izin vermeden aksiyona geçmenin mümkün olduğunu savunuyorlar.
Araştırmalara baktığımızda da duyarsızlaşan insanların yanında hâlâ kaygı taşıyanlar var. Duyarsızlaşma bir savunma mekanizması mıdır işine geleni yapmak mıdır orası tartışılır. Günün sonunda hepimiz insansak bazı değerlerimizi kaybetmemeye özen göstermemiz gerekir. Bizim dışımızda kalan her olaya göz yumarsak bir gün o felaketleri yaşayan bizzat kendimiz olduğunda da uzanan bir yardım eli olmaması şaşırtıcı olmayacaktır.
İrem Nur Yalman
KAYNAKLAR
Kılıç, L. S., & Kocoglu Tanyer, D. (2024). Kadınların Ekolojik Kaygıları ve Çocukları Hakkındaki Gelecek Endişeleri: Küresel Problemlerin Sonuçları mı?. Halk Sağlığı Hemşireliği Dergisi, 6(3), 123-132. yesilay.org.tr hiwellapp.com fethiyepsikiyatri.com ruhundoysun.com